Category Archives: Uncategorized

YAŞAMANIN AMACI, HAYATIN ANLAMI VAR MI?

Öyle ulvi, felsefi bir amaç falan yok, icat ettiğimiz birşey. Hani düşünebiliyoruz ya, alet falan yaptık, uzaya da çıktık, eh bi de amaç uydursak kendimize iyi olurdu.

Bir kere son kullanma tarihi olan “şeylerin” (üstelik kısa ve belirsiz) nasıl bir amacı olabilir? Öyle “yaşamanın amacı” gibi büyük bir anlam çıkmıyor bence.

Otomobil alırsın, amacı seni taşımaktır. Basittir yani, felsefi bir şey çıkmaz ondan. Yıkatırsın, bakım yaptırırsın, o farkına varmaz, oh yıkandım ferahladım falan demez, sana verdiği hizmetin farkında da değildir. Modern insan düşünüyor ya, amacı olması lazım zannediyor.

Görünen o ki yaşayan organizmaların tek amacı üremek. Bu kesin birşey. Yaşayan herşey ya bölünerek, ya çiftleşerek üremeye çalışıyor. Amip de, böcek de, insan da. Hatta bir çoğu üremek için ölmeye bile razı oluyor. Mesela somon balığı, illa ki yumurtlayacağım diye nehirlerden tersine yüzüyor, bir dünya badire atlatıyor ondan sonra da yumurtlayıp ölüyor. Somon balıkları için yaşamın amacı neyse bizimki de o. Yaşamaya devam etmek için yemek ve arkasından da üremek.

Biz insanlar -hala açlık olsa da- yemek işini halletmişiz, üremeyi de sınırlamışız. Doğadaki gibi avlanıp karnımı doyurayım, her yıl belli dönemlerde de illa ki çiftleşeyim, yumurtlayayayım demiyoruz. Eh ne kaldı geriye amaç olacak? Sanal icatlarımız kaldı. Mesela aidiyetler, mesela felsefe, mesela ayrımcılık, mesela üstün olmak, mesela düşman olmak, mesela sanat yapmak, mesela dünyanın içine edip Mars’a gitmek ve hatta şu anda yaptığım gibi “bak ben ne akıllıyım, neler düşünüyorum, beğenin beni” diye birşeyler yazmak.

İşte bunların hepsi, tabiri caizse “amacını aşmak” oluyor bence. Otomobilin amacı seni bir yerden bir yere taşımak. Süper, gerçek, mantıklı ve yeterli bir amaç. Otomobille hava atmak da olabilir. Ama o, otomobilin değil ama insanın amaçlarına girer.

Sonuç olarak, felsefi bir geyik olarak “yaşamın amacı, hayatın anlamı” ortamlarda havalı bir konu olsa da fazla abartmayalım. Evren -yoksa evrenler mi- gibi aklımıza sığmayan büyüklükler ve zamanlar içinde böcek mi, insan mı oluşumuzun çok da bir farkı yokmuş gibi geliyor bana.

FRANSA’DAKİ EŞEKLE RUSYA’DAKİ LEYLEK

Türkiye’deki bir eşekle Fransa’daki eşek arasında ne fark var? Gerçi biz birine Türkçe diğerine Fransızca “gel, git, yürüsene lan” falan diyebiliriz ama onların çok da umurunda olmaz. Beden dilimizden ne anlıyorlarsa onu yaparlar. Gerçi eşek inatçı olduğundan tersini de yapabilir. Ne Fransadaki Fransız olduğunu bilir ne de Türkiye’deki Türk olduğunu. Yan yana gelseler ne milliyetleri, ne dinleri olduğunun farkına varmadan geçinip giderler sulh içinde.

Göçmen kuşlar da acaip. Sen kalk Avustralya’dan Rusya’ya uç havalar soğudu veya illaki Rusya’da çiftleşicem diye fantazi yap. Hani “Rus leylekleri çok güzelmiş gidip kendime çiftleşecek bir Rus leylek bulayım” dese anlayacağım. O da değil, erkek dişi beraber gidip orada çitleşecekler illa ki.

Şimdi bu kuşlar Avustralyalı mı, Rus mu sayılır? Eşekler Fransız mı Türk mü?

Saçma oldu değil mi? İşte insanların da milliyetlerine, dinlerine v.b. takılmaları aynı şekilde saçma oluyor ama fark etmiyorlar.

Eşek Fransa’da da yaşasa eşek Türkiye’de de yaşasa eşek, aynı insanlar gibi.

İNSAN de gitsin, gerisi gereksiz teferruat.

Savaş Suçları Saçmalığı

Uluslararası hukuka göre savaş suçları diye birşey var.

Savaşın kendisi suç değil ama oyunu kurallarına göre oynamazsan suçlu olabiliyorsun.

Mesela,

kafalarına bomba atarsan suç olmuyor, kimyasal atarsan suç oluyor.

makineliyle tarayıp bacağını kopartırsan suç olmuyor, ama bacağını koparttıklarının gittiği hastaneye bomba atarsan suç oluyor,

öldürdüğünde suç olmuyor ama esir alıp kötü davranırsan suç oluyor,

18 yaşındaki askeri öldürdüğünde suç olmuyor, 90 yaşındaki sivil babasını öldürürsen suç oluyor.

şu da çok ilginç…Wikipedia’da yazıyor.

“ateşkes bayrağını yanıltıcı şekilde kullanıp saldırmak, savaş suçu sayılır.”

Ne yani, karşı taraf tepene binmiş, birliğinin çoğunu öldürmüş sen beyaz bayrak sallayıp teslim oldum diyorsun ama utanmadan adamları kandırıyorsun ve saldırıyorsun. Ayıp oluyor, yapma.

Savaş=Ölüm. Bunun oyun gibi kuralı mı olur?

Mesela Monopol oyunundaki gibi: Mayına bastın, bacağın koptu, hastaneye git, 3 tur bekle. Orada rahatsın 3 tur kafana bomba gelmeyecek, atan olursa oyundan atılır.

Savaşı yasaklayamıyorsan boşuna kural da koyma, insanları da, savaş adil de oynananabilecek bir oyunmuş gibi gösterip kandırma.

Savaş suçları gibi abes suçlar yaratanlar, savaşın kendisini suç olmaktan çıkartıyorlar. Savaş suçu değil ama insanlık suçu işliyorlar.

Esaretle Özgürleşmek Olur mu?

Kendi ile ilgili her istediğini yapabilmek özgür olmak anlamına gelir mi?

Bir şeyi kapatmak için özgür olmak bana kendi içinde bir paradoks barındırıyormuş gibi geliyor.

Mesela kendini bir odaya kilitleyip anahtarı da pencereden atan adam için kendini hapsetme özgürlüğünü kullanmış “özgür” bir adam diyebilir miyiz?

Demokraside de işte böyle “özgürlükler” var.

Şehit Düşmek Ne Demek? Kimler Şehit Olur?

Anlayamadığm Şeylerden…

Şehit Düşmek Ne Demek? Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne baktım. Şehit düşmek için şöyle bir tarif var. -Kutsal bir ülkü veya inanç uğrunda ölmek.

O zaman her savaşta ölene şehit diyebilir miyiz? Mesela garip Amerikan askerleri Vietnam’da, Saygon’da ya da Irak çöllerinde kutsal bir ülkü de sayılabilecek demokrasi, insan hakları v.b inançlar uğruna öldüklerini zannettiklerinde şehit oldular mı? Yoksa kendi ülkelerini ya da inandıkları rejimlerini koruyan Vietnamlılarla, Iraklılar mı şehit oldular? Amerikalı askerlere “sizin orada ne işiniz vardı sizin şehitliğiniz sayılmaz” dense, “ya biz demokrasi, insan hakları falan diye kandırıldık, meğerse amaç başkaymış, kafamız şimdi bastı” deseler hafifletici sebep var diye gene de şehitlikten faydalanamazlar mı?

Ayrıca askerciğin öyle kutsal ülküsü falan olmayabilir, savaşın sebebine de inanmayabilir. Sadece 20 yaşına gelip asker olduğu için sürüldüğü cephede, anlam da veremediği birşey için öldüğünde şehitlik mertebesine erişir mi? TDK sözlüğünde öyle bir açıklama yok ama, yoksa şehitlik sadece Müslümanlara özgü birşey mi? Eğer öyleyse, iki Müslüman ülke savaşırken, iki ülkeden ölen askerler de şehit mi olur? TDK’daki açıklamaya göre ikisi de şehit olur. Ama o zaman da Orhan Gencebay’ın Sen de Haklısın şarkısı gibi olmuyor mu? Ne yani, şehitlik verilirken haklıya haksıza bakılmıyor mu? TDK sözlüğünde hangi ülkü, hangi inanç belirtilmiyor. Her ülkü, her inanç sayılır mı?

Çok karışık yahu. Bence savaşta ölen gencecik çocuklar, milyonlarca yıllık evrimle bile gelişememiş insan türünün her türlü ekonomik/siyasi hatta şahsi iktidar saplantısını doyurabilmek için, kısaca bok yoluna gidiyorlar. Şehitlik piyango biletindeki teselli ikramiyesi gibi. Üstelik bileti de sen almamışsın ve kazanırsan büyük ikramiyeyi seni savaşa gönderen alıyor.

Everest’e Tırmanmaya da Karşıyım

Adam Everest’e tırmanıyor. Kar, tipi, fırtına bastırıyor, mahsur kalıyor. Hadi arkadan kurtarmaya helikopter gidiyor, derken helikopter düşüyor 3 kişi ölüyor.

Eee, kim dedi sana Everest’e çık diye? Bak 3 kişi seni kurtaracağız diye telef oldu.

Kaptan Cook, Amundsen falan da kutuplara gittiler ama öyle arkalarından onları kurtaracak helikopter falan gelmiyordu. Üstelik onlar keşif yaptılar. Keşfedilmiş yere bir daha zevk için gideceksen başkalarının da başını belaya sokma. Giderken de kimseye haber verme ki seni kurtaracağız diye başkaları da telef olmasın.

Oh ne ala. “Ben gidiyorum birşey olursa gelip alırsınız, dikkat edin buz kayıyor.”

Kendine İyi Davran, Yoksa Kafa Atarım

Ya eskiden eş, dost arkadaş karşılaşınca öpüşürdük. Sonra bir havayı öpme adeti gelişti. Neymiş hastalık falan bulaşmasın hesabı. İyi güzel, o zaman öpüşmeyelim ama öpüşür gibi yapıp havayı öpmek de çok komik, embesil bir durum oluyor. Bu hesapla el sıkışmakla da hastalık bulaşır diye düşünelim ve elimizi el sıkışacak gibi uzatıp aniden geri çekelim. Hatta biz bunu çocukken “zzzıt Erenköy” gibi bir laf eşliğinde zaten yapardık. Yeni selamlaşma şekli sesli ve hareketli olarak böyle olabilir.

Yeni selamlaşma şekillerinde biri de “kafa atma”. İlk defa 3-5 sene evvel Trabzon’da başıma gelmiş Karadenizlilere özgü birşey zannetmiştim. Şimdi heryerde. Geçenlerde liseden bir arkadaşıma rastladım. Özlemden olsa gerek sıkı bir kafa yedim. Tamam anladım ideolojik bir tarafı var, masonların el sıkışırken erotik bir şekilde birbirlerinin bileklerini gıdıklamalarına ve “sen de bizden misin?” yoklamasına benziyor. Ama beklemeden, yumurta tokuşturur gibi tek taraflı kafa yemek hoş olmuyor. Mason değilsen en fazla avucunun içi gıdıklanıyor ya da bu konudan habersizsen “ulan herif bana mı yazılıyor?” diye işkillenebiliyorsun. Kafa yemek öyle değil bazen acıtıyor.

Bence “hadi eyvallah, görüşürüz, allahaısmarladık” gibi geleneksel vedalaşmalarımız yerine geçen laflar da çok saçma olmaya başladı. İlk önce “kendine iyi bak” çıktı. Sonra bu yetmedi “kendine çok iyi bak” haline geldi. Şimdilerde ise “kendine iyi davran” oldu.

Yarın ne olacak? “Kendini mutlu et, aşırıya kaçma”

Milliyetimizle Övünebilir Miyiz?

İnsanlar neden Türk, Japon, Fransız, İrlandalı ya da her ne iseler onunla övünüyorlar? Kaç kişi mlliyetini en azından seçmek için bir çaba göstermiştir? Benim Pariste bir Fransız, Kongonun bir ilkel kabilesinde yerli, Taylanda bir çocuk fahişenin bebeği, ya da Şırnakta bir Kürt olarak doğmak yerine İstanbul Kadıköyde bir Türk olarak doğmama ne gibi bir katkım olmuştur? Sıfır değil mi?

Kimin çevirdiğini bilmediğimiz bir çarkıfelek bize bir milliyet, din, v.b seçiyor. E o zaman ne b.k yemeğe bunlarla övünür, diğerlerini aşağı görürüz. Doğru dürüst insan olmaktan, dünyaya bir şeyler katabilmekten başka nesiyle övünmeye hakkı olabilir insanın? Zaten içine doğduğumuz “değer” dediğimiz şeyler bizi bölmekten, birbirimize düşürmekten başka neye yarıyor? Bari övünmeyelim. En azından bu devirde.

Haa bi de zaten milliyetçiliğimiz de sahtekarca olmuyor mu rakibimiz olan futbol takımı yabancı bir takımla maç yaptığında “benim rakibim kazanmasın, Fransız takım kazansın” dediğimizde. Ne yani milliyetçi geçinenlerin takım sevgisi Türklüklerinden önce mi geliyor. Bu da çok saçma yahu.

Olimpiyatlara Karşıyım

Sporun insanların için iyi birşey olduğunu düşünürüz değil mi? Olimpiyatların da insanları spora özendiren bir tarafı olması lazım herhalde. O zaman olimpiyatlardaki bazı sporlar niye hala var?

Mesela çekiç atma, halter kaldırma, sırıkla atlama. Tamam tarihi özellikleri var falan. Ama düpedüz zararlı be kardeşim. Halter kaldırıp şahane bel fıtığınız olur, çekip atarken o çekiç dolanıp da kafanıza denk gelirse süper kafa yapar diyebiliriz miyiz? Adam yıllarını veriyor bir tahta sırığı 2 cm daha uzağa atsın diye. Ne boka yarıyor, ne gibi bir faydası var?

Yelken yaparsın, futbol, tenis, vb. oynarsın, bunlarla hem eğlenir hem spor yapmış olursun. Siz hiç “ben sürekli 3 adım atlarım, çok eğlenceli, hadi bu Pazar 3 adım atlayalım” diyene rastladınız mı? Çok saçma yahu.

ORGANİK GIDA İNORGANİK BEYİN

Geçen gün organik ürünler satmakla övünen bir kafe/lokantaya gittim. Yumurta, reçel, ekmek, peynir, salata velhasıl ne varsa organik. Fiyatlar da organik olma sebebiyle astronomik.

Müesseseye bir diyeceğim yok da gelen çocuklu ailelere takıldım.

Sosyetik teyzeler aralarında konuşuyorlar. Aman da ne güzel çocuklara organik yumurta, reçel yediriyorlarmış, neymiş öyle herşey kutuda, katkılı falan, çok zararlıymış. Pahallı ama bebeleri sağlıklı büyüsünmüş. Hep buraya gelirlermiş. Maksat organik olsunmuş.

İyi de inorganik silikon dudaklı teyzecim, sen 2 yaşında pusetteki bebeğine organik reçel yedireceğim derken zırlamasın diye vermişin eline tableti, bebecik saraya tutulmuş gibi transa geçmiş, elini gözünü tabletten/telefondan ayıramıyor, sen arada dayıyorsun organik malzemeyi çocuğun ağzına. Çocuk ne yediğinin farkında değil, ekranındaki minik maymunları ağaçtan ağaca zıplatırken kendinden geçmiş, maymun ağaçtan düşerse de sinir krizi geçiriyor.

Teyzecim bak bu yol yol değil, organiği falan boşver, sen önce kendi keyfin bozulmasın, laklakın kesilmesin diye 2 yaşında bebeğin eline tutuşturduğun tableti/telefonu al elinden. Yoksa çocuğun organik de büyüse kafası mikik kalacak, ona göre.

KENDİNE SAMİMİ OLMAMAK NE DEMEK?

Bu konuya çok takarım. İnsanın kendisine karşı samimi olmaması. Çok da düşeriz bu hataya. Kendine samimi olamamayı kendini tanımamak, kendiyle yüzleşememek, kendini olmadığı biri gibi zannetmek olarak görüyorum.

Mesela, “ben çok açık görüşlüyümdür, kimseyi ayırmam, kimseyi yargılamam, herkesin hakkına, hukukuna saygılıyım, özgürlüklerden, kadın erkek eşitliğinden yanayım” deriz. Kaç kişi böyle olmadığını söyleyebilir? Mesleği politika olanlar söyleyebilir onlar meslek hastalığı olarak zaten yalan söylerler.

5 yaşındaki çocuğunun yaptığı uyduruk çiziktirmeyi ilerde sanatçı olacak şeklinde yorumlamak, başka çocukların resimlerinde bir sanat görmemek de kendine karşı dürüst, samimi olamamaktır aslında ama hissi sebepler dolayısı ile hoş karşılanabilir. Çocuğunu yanlış doldurmanın dışında nispeten zararsızdır da. Ama biraz okumuş yazmış, biraz etrafında olup bitenlere bakmış olanların samimiyetsizliğini hoş karşılayamıyorum.

Mesela bir film aklıma geldi. The Devil’s Own. 90’lardan bir film. Brad Pit, Harrison Ford falan oynuyordu. Brad Pitt bir IRA militanıydı. Belfast’daki bir olayda İngiliz askerlerini öldürmüştü.

Film hem Türkiye’de hem de dünyada çok sevilmiş ama haliyle IRA “terör” örgütünü bir nevi yücelttiği için İngiltere’de çok sevilmemişti.

Film Türkiye’de oynadığında beğenmeyen, hele Brad Pitt’in oynadığı IRA militanını sevmeyen yoktu. Hatta bir sürü kız arkadaşımız bu “teröriste” aşık bile olmuştu. Bugün tekrar seyretsek TC’cimiz, sağcımız, solcumuz, ırkçımız, Kemalistimiz, ulusalcımız ve dünyadan bihaber olanımız gene bu karakteri çok severiz.

İyi de bunda bir tuhaflık yokmu? Kendimizi kandırmıyor muyuz, kendimize karşı samimiyetsiz davranmıyor muyuz? Bugünlerde haberleri seyrederken aklımıza bu film gelip de kafamız karışmıyor mu?

Hadi farklı bir konudan da örnek verelim.

Mesela ahlak anlayışımız. “Ben evliliğe karşıyım, aşkı öldürüyor, zart zurt.” İyi güzel ama o zaman kızın büyüdüğünde de “ben öyle dedim aslında, ama işte çevre baskısı falan, evlenseniz daha rahat edersiniz, sizin için yani, ama çocuk olursa evlenin haa” falan diye de gevelemeyelim.

Demem o ki, şu Facebook’daki paylaşım, beğenme, v.b zamazingolarında o kadar birbiriyle çelişkili hareketlere rastlıyorum ki aklım almıyor. Bazen diyorum ki bu yazdığımı beğenen adam ya yazdığımı okumamış ya da Özdemir Erdoğan’ın güzel şarkısındaki gibi beni “nedensizce çok seviyor”. Çünkü bakıyorum bugün yazdığımı beğenen yarın tam tersi birşeyi paylaşıyor ya da beğeniyor.

Neysek o olalım, herşey kabulüm, fikrinize, duygularınıza saygım sonsuz, ama “mış” gibi yapmayalım, başta kendimize karşı samimi olalım. Öncelikle kendimizi sonra başkalarını kandırmayalım.

POLİTIKACI MI DÜRÜST FAHİŞE Mİ?

Ben politikacı olsaydım kendimi çok ezik hissederdim. Düşünsenize mesleğinin halk nezdindeki karşılığı “yalancı, işine geldiği gibi konuşan”. Kimse kendisine “politikacı, politika yapıyorsun” denmesinden hoşlanmaz, bir tür küfür yani.

Bu durum öyle bize özgü falan da değil. En illkelinden en gelişmiş demokrasilere, yönetim biçimlerine kadar hepsinde politkacılar yalancı sayılıyor. Diziler, filmler yapılıyor politikacıların yediği haltlar anlatılıyor, yalancılıklarını, çevirdikleri dümenleri tiye alan komedi dizileri izlenme rekorları kırıyor, ödüller alıyor.

Politikacı deyince aklımıza hep kapalı kapılar ardında türlü dümenler çeviren insanlar gelmiyor mu?

Politikacı kime denir diye düşününce aklıma şunlar geldi.

1. Basit tek kelimelik cevabı olan bir soruya 10 dakika konuşup cevabı vermeyen kişiye polikacı denir.

2. Verdiği sözleri tutmayana politikacı denir.

3. Muhalefetteyken herşeye itiraz edene politikacı denir.

4. Halkı salak yerine koyana politikacı denir. Bu çok doğru olmayabilir. Doğrusu, halkın salak olanına oynayana politikacı denir olabilir.

5. Dördüncü madde dolayısı ile halkın çok salak olmayan kısmını hop oturtup hop kaldırana, “çüş artık bu kadar da olmaz, ulan göz göre göre yalan söylüyor” dedirtene de politikacı denir.

6. Sağ gösterip aslında soldan çakıldığını seneler sonra kitaplardan, hatıralardan öğrendiğimiz şeyleri yapana politikacı denir.

7. Halkın asil, kendisinin vekil olduğunu unutana ya da vekilliğin asillikten daha önemli olduğunu zannedene de politikacı denir. Buna halk da inanır. Bu sebeple vekiller yoldan geçerken asiller ona yol verir.

8. Koltuktan düşme korkusu olana politikacı denir.

9. Politikayı idealist bir meslek zannedip yapanlara kısa süre sonra “eski politikacı” denir. Ama artık lekelenmişlerdir. Geçmiş olsun.

10. Fahişelere (erkek veya kadın) de bazı bakımlardan politikacıya benzerler. Ancak politikacılığın aksine fahişelik dürüst bir meslektir. Milyonlarca kişiye yalan söylemek gerekmez. Üstelik müşteri yalanları, oyunları bilir, bunun bir yalan ve oyun olduğununun da farkındadır, parasıyla satın alır, vericem deyip vermemezlik olmaz, memnuniyet esastır.

Allah kimseyi politika batağına düşürmesin.

KUANTUM SEKS, KUANTUM PARA İSTİYORUM

Şu kuantum ne menem bir şeydir, araştırayım dedim. Kuantum yazdım Google’a sordum. Gelen ilk sayfada bir dünya ilgili konu geldi.

Meğerse kuantum çok önemli birşeymiş. Kuantum iyileşme, kuantum beslenme, kuantum düşünce, tasavvuf penceresinden kuantum, tanrı ve kuantum, kuantum koçluk, kuantum nefes, kuantum benlik, kuantum isim analizi (çüş artık), kuantum drama, ve de yüzlercesi daha.

Arada birkaç tane de “kuantum fiziği, mekaniği” gibi ilgisiz konu da vardı. Onlar herhalde konuyla pek ilgisi olmayan şeyler. Geçen gün civata, somun resmi arıyordum İngilizce “nuts” yazdım, aa bir baktım cıbıldak kız resimleri geldi. Bazen hoş sürprizler de oluyor işte. Google’da kuantum fiziği gibi manasız birşey çıkması da o hesap galiba.

İsmime bir kuantum analiz yaptırayım dedim, bedavasını bulamadığım için vazgeçtim. İnternet’de 50 TL’den 300 $ a kadar yapan yerli yabancı siteler buldum. Para peşin, kuantum ödeme kabul etmiyorlar. Anladım ki bu kuantum işi karlı birşey.

Biraz daha araştırayım dedim. Muzırum ya. “Kuantum seks” yazıp araştırdım. Ana! o da ne? “Seks kuantum sıçramayı tetikleyebilir” diye bir yazı. Hem de Türkiye’nin en iyi ebeveyn sitesi olduğunu iddia eden bir sayfada. Valla dünyadan haberimiz yok. Pek anlayamadım ne kadar, nasıl bir seks, ne kadar yaparsak nereye kadar sıçrayabiliriz, sıçradığımız yer neresi? Az mı yaptık da bir yerlere sıçrayamadık hala.

Neyse, sonra şu aklıma geldi. Hani şu bilim adamı geçinenlerin bahsettiği, Google’da da yanlışlıkla çıkan kuantum fiziği gibi saçma bir konu var ya oralarda şöyle deniyor. Efendim işte bir deney yapılıyor ama deneyi gözleyen biri olduğunda ve olmadığında sonuçlar farklı çıkıyormuş. Şimdi ben bunu kuantum seks le bağdaştırıyorum.

Hani meşhur bir soru vardır kuantumla ilgil olarak sorulur. “Ormanda bir ağaç devriliyor, ses çıkmış mıdır, çıkmamış mıdır?” diye. Benzer şekilde iki kişi seks yapıyor, odada onlardan başka kimse yok, sonra bir daha yapıyorlar bu sefer odaya bir rontgenci koyuyorlar, herif bunları dikizliyor. Bunlar seks yapmış mıdır yapmamış mıdır? Denemek lazım, ama ben bu soruyu sordum ya kendimi bir anda kuantum seks filozofu gibi olmuş hissediyorum. Kime ne. Kuantuma girdin mi sınır yok.

Şimdi arkadaşlar yakında kuantumseksyapalım.com’u açıyorum, seksin kuantumu, koçluğu, bilinçaltı seks deneyimi, telekinezik seks falan herşey var. Siz dostlarım indirimli üyelikten faydalanabilirsiniz. Kaçırmayın derim. Ayrıca lütfen paylaşın. Ne kadar paylaşırsanız her türlü kuantum gücünüz artacaktır emin olun.

Hepinize bol kuantum seksli günler diyorum. Rontgenciniz yoksa yapmış olur musunuz onu da şimdilik bilemiyorum.

Kuantum sizinle olsun.

OKULLAR AÇILIYOR, AİLELER “BAŞARIYI”, ÇOCUKLAR EZİYETİ PAYLAŞIYOR

Bir çift lafım var. Biri çocuklara, biri ailelere.

1. Çocuklar kendinizi sıkmayın, bunlar en güzel yıllarınız, sınıf birincisi, ikincisi olmak hiçbirşeydir. Tarih her alanda, sınıf sonuncularının, okullarından atılanların, başarısız sayılan talebelerin başarılarıyla doludur. Edison, Einstein, Churchill, Graham Bell, Beethoven ve hatta Leonardo Da Vinci. Emin olun saymakla bitmez.

Üstelik bunlardan biri olmak da başarı değildir. Yaşayabildiğin hayatla, işle, kazanabildiğin parayla mutlu olabilmek en büyük başarınız olacaktır. Ailelerinizin size tarif ettiği başarı tanımına kanmayın. Onlar ya kendi olamadıkları insanları sizin olmanızı istiyorlar ya da diğer ailelerle yarışmaktan kendilerini alamıyorlar. Farkında değiller ki size kötülük yapıyorlar. Onlara kızmasanız da olur, hoş görün ama başarı tariflerine kanmayın.

2. Anne babalar, çocuklarınız belki de hayatlarının en eğlenceli dönemini yaşıyorlar, zehir etmeyin, ihtiraslarınız uğruna onları yanlış yönlendirmeyin. sınıf birincisi olmanın dayanılmaz stresini onlara yaşatmayın. Zaten ikinci olurlarsa da niye birinci olamadı diye üzüleceksiniz. Siz okulda çok başarılı mıydınız, öyleyse nelerden feragat ettiğinizi hatırlayın. Başarısız mıydınız, siz ya da sizin gibi başarısız arkadaşlarınız şimdi çok mu mutsuz insanlar oldular?

Babam anlatırdı, lisedeyken bu çocuktan birşey olmaz demiş öğretmenleri. Ama sonra İktisat Fakültesinin ikinci mezunu olmuş, ikinci dünya savaşında da İsviçre’de doktorasını yapmış, bir iktisatçı olmuş.

Babamın çok başarılı bir yöneticilik hayatı oldu. Çok uzun yıllar, emekli olana kadar yabancı bir şirketin genel müdürlüğünü yaptı. Ama şu lafı hep kulağımdadır.

“Bir elektrik tamircisi olsaydım yaptığım işle çok daha fazla mutlu olurdum”

Birşeyleri tamir etmeyi yöneticilikten daha çok seviyordu.

Çocuklarınızla ilgili başarıyı onların mutlu olmasıyla ve özellikle okul dönemlerinde neşeli olmaları ile sınırlayın. Hayat zaten zor bir de siz eklemeyin.

Kısaca gerek yok, kasmayın ne kendinizi ne çocuklarınızı.

MASLOW’UN HİYERARŞİSİNDEKİ 3. BASAMAK İNSANIN RESMEN SIÇTIĞI BASAMAKTIR, KALDIRILISIN!

Yahudi, Müslüman, Türk, Kürt, zenci, beyaz olduğunu unutsa, insanlık insan olmayı becerecek belki de, adam adını 40’larda koymuş bu sefil ihtiyacın.

1. fizyolojik ihtiyaçlar
2. güvenlik
3. ait olma (aidiyet) ve sevgi
4. saygı
5. kendini gerçekleştirebilme

Bir yere ait olma kardeşim, aidiyetin vesayeti olmadan hem kafan ve kalbin özgür olur hem de belki daha iyi biri olursun.

Denizin Altından Tren Geçirirsek Uygar Olur Muyuz?

Olay aslında basittir.

“Uygar” kelimesinin Türk Dil Kurumu’na göre manası şudur.

Fikir, sanat ve endüstri alanlarında çok büyük bir gelişme göstermiş olan, medeni.

Bir kısım insan şu andaki politik gücün bizi medeniyette geriye götürdüğünü düşünüyor bir kısım düşünmüyor. Bu çok açık, birçok kesimin söylemleri ortada.

Bazılarımız, eskiye göre teknolojik yeniliklere ulaşmaya başlamış olsak da, bunların yanında demokrasinin, yaşam tarzının, beğenseniz de beğenmeseniz de batıya yakın bir medeniyetin kaybedilmesi uğruna bunları alkışlayamıyor.

Dünya zaten teknolojik olarak çok ilerledi. Hızlı trenler her ülkede yaygınlaşıyor. Esas marifet bunları başkalarına yaptırmak değil bunların teknolojisini bizim geliştirebilmiş olmamız olurdu.

Marmaray’la çok övündük, dağı taşı inlettik, kullanıyorum, çok da faydalı olduğunu düşünüyorum.

Ama el insaf İngilterede ilk su altı tüneli 150 sene evvel yapılmış. İlk metro istasyonu gene 150 senelik ve hala çalılşıyor. Biz hala kendi teknolojimizi yaratacak medeniyet/uygarlık seviyesine ulaşamamışız ve bunlardan herhangi birini de dünyaya satamamışız. Amerikalılar 30 sene evvel ayda yürüdükleri zaman bu kadar yaygara koparmamışlardı.

Yurt dışında inşaat projeleri yapmak yetmez. Kaç tane dünya çapında mimarımız var ona bakılır. En büyük değil en küçük adliye sarayıyla övünülür.

Japonların boğazımıza sualtı tüneli yapmasına sevinelim ama niye biz niye hala kendi bilimimizle bunu yapıp başkalarına satamıyoruz diye de üzülelim.

Kendi yapmadığımız, parasını da yap-işlet -devret veya benzeri şeylerle karşıladığımız bu projelerle övünürken bari adamların 30 sene evvel ayda yürüdükleri zamankindan daha fazla yaygara koparmayalım.

Bugün Mars’ta arabalar yürüyor, 37 sene evvel uzaya gönderilen Voyager 1 artık güneş sisteminden çıktı va hala çalışıyor, bilgi göndermeye devam ediyor ve üstelik 2025 e kadar da çalışacağı söyleniyor.

Bir ülkenin medeniyeti ve ne kadar uygar olduğu, yarattığı bilim, mucitleri, düşünürleri, sanatçıları ve onların ürettiklerinin hem kendi toplumları hem de başkaları tarafından ne kadar özümsendiği, kullanıldığı ile ölçülür. Bireylerinin ne kadar özgür, hak sahibi, demokrat olabildiği de başka bir kıstastır.

Amerikalılar Voyager’ı yaptılar ama bana göre hala çok da medeni bir ülke sayılmazlar. Yani tek başına teknolojide çok ilerlediler ama, bazı Avrupa ülkeleri onların sosyal güvenlik, demokrasi, eğitim, toplum sağlığı v.b. alanlarda hala çok geri olduğunu düşünüyor ve hatta alay konusu yapıyorlar.

Bir çocuğu 18 yaşına kadar büyüttüğünüz için övünemezsiniz. Aç susuz bırakıp öldürmezseniz zaten büyür. Bitkiler de öyle. Ama 18 yaşında çağdaş, uygar, ahlaklı, başkalarının haklarına saygılı (tabii bunların tarifi kişiden kişiye değişir) bir çocuk yetiştirebilmişseniz övünebilirsiniz.

Teknolojik ürünlere sahip olmak teknolojiye, teknoloji alt yapısına, kültürüne sahip olmak değildir.

Özal olmasaydı bugün cep telefonlarımız olmayacak mıydı?

Ben 1985 yılında evlendiğimde annemin ben ilkokulda iken yazdırdığı telefon evimize 20 sene sonra gelebildiğinde çok sevinmiştik. O dönemlerde yurt dışıyla telefonda konuşmak için hem saatlerce sıra bekleyip hem de bir servet harcayabiliyordunuz.

Bugün hepimizin cebinde, aldığımız anda bütün dünyaya bağlanabileceğimiz, ve daha bir sürü şey yapabileceğimiz telefonlar var.

Ama hala telefonda konuşmayı bilmiyoruz, çünkü o iş telefona sahip olmakla olmuyor. Konuşmayı bilme kültürüne, görgülü olmaya bakıyor.

Geçen akşam TV de bir hatip “Hocam evde biblolar var, dinen uygun mudur?” diye sorunca “değildir dinimizce onlar da heykele girer yasaktır.” dedi. Bu kafa egemen oldukça ne bilim, ne sanat, ne felsefe ne müziğimiz gelişir.

Evindeki bibloyu günah sanan bir toplumda hızlı tren olması fazlasıyla ironiktir. Hatta daha İstanbul’dan Bursa’ya, İzmire normal trenle gidemezken hızlı tren olması da başka bir tarihi çarpıklıktır.

Dolayısı ile paramız varsa başkalarına yaptırdığımız, yoksa yap-işlet formülüyle gene başkalarına yaptırdığımız şeylerle övünür dururuz.

Unutmayalım 1900 lerin başında Osmanlı’da sanayi çaput ve kundura imalatından öteye geçmemişken sanayi devriminin üzerinden 250 sene geçmişti.

Osmanlı ile ilgili, tarih kitaplarımızdan ne öğrendik? Şurada burada savaştık, fethettik, yendik, yenildiysek de haksızlık yaptılar, hainler vardı. Başka? Sanayiden, ticaretten, bankalarımızdan, fabrikalarımızdan, buhar makinamızdan tiyatromuzdan, müziğimizden bahseden oldu mu? Evet şiir falan vardı ama ancak yazanın yakınındakiler biliyordu çünkü matbaa yasak olduğu için kimseye ulaşmıyordu.

İlk Türk/Osmanlı romanı da 1850 lerde, Shakespeare Rome ve Juliet’i yazdıktan 250 sene sonra yazılmıştı.

İşte bu farklar yüzünden, bazılarımız bu medeniyet uçurumu daha da büyüyecek diye kaygılanıyor onun için de bunları umursamayanlar kadar çoşamıyor.

Bu coğrafyanın kafası ne zaman değişecek, uygar eğitime, sanata, pozitif bilimlere ne zaman değer verip kutsallarını kendi bireysel özgürlüğü içinde yaşamaya başlayacak, bakalarıyla kavga hatta öldürme bahanesi yapmayacak işte o zaman bu medeni denen dünya ile aramızdaki 150-200 senelik fark o zaman kapanmaya başlayacak.

O da bugün başlarsak. Yani daha zor.

3 KEREDEN FAZLA SALLARSAN ZEVKE GİRER

Galiba bir fıkra ya da karikatürdü.

Erkekler tuvaletinde, pisuvarın duvarında şöyle yazıyor.

“Üç kereden fazlası zevke girer”

Kızlar anlamış mıdır bilmiyorum ama anlamı şu. Çişini yaptın tamam, pipini de 2-3 kere salla ki o son damlalar donuna gelmesin. Ama abartırsan bizi yeme amacın başka olmaya başladı.

Bu espri bana nedense çocuk eğitimini hatırlattı. Bu ara karneler alındı ya oradan aklıma geldi. Ana babalar çocukları sınıf birincisi olunca, teşekkür, takdirname alınca çok övünüyorlar. Havalarından yanlarına yaklaşılmıyor. Ben şahsen 5 ten şaşma 6 yı aşma mantığıyla hayatımın en mutlu dönemlerini okul sıralarında geçirdim.

Kısaca demek istediğim şu.

Çocuklarınızın başarısını ne kadar mutlu, huzurlu, neşeli olabildikleriyle ölçün, notlarıyla değil. Bugün karnelerdeki yüksek notlar çocukları değil ana babaları mutlu etmeye yarıyor. Çocuklar bizi mutlu ettiklerinde değil kendileri mutlu olduklarında başarılı sayılmalılar. Gerisi pipisini 3 kereden fazla sallayan adama benzer. Çocukları zorlayıp kendi zevkimize alet etmeyelim.

Sallamayın kardeşim, gerek yok.

ÖLÜMÜN EN TUHAF TARAFI

Bu sabah çok sevdiğim, beni de gerçek çocuklarından biri gibi sevmiş, her anlamda hep arkamda olmuş kayınvalidemi kaybettik. 84 yaşındaydı ama denizde yakın zamana kadar, benden çok daha uzaklara yüzebiliyordu.

Babamı 81, annemi de 83 yaşında kaybettim. Bu yaşlar hepimize “Eh uzun yaşamış, normal” dedirten yaşlar.

Ama bana tuhaf gelen birşey var.

Bir insan 84 yıl yaşadığında, 5 yaşında evcilik, ilkokulda top oynadığı, birlikte liseye gittiği, evlendiği, boşandığı insanlarla, bir kere bindiği taksinin şöförü ile, gelini, damadı, torunu, evinin önündeki simitçi, marketteki kasiyer, hergün gazetesini aldığı büfe sahibi ile onbinlerce irili ufaklı ilişki kuruyor, o onlarda, onlar da onda izler, hatıralar, resimler, duygular bırakıyor.

84 senede kurulan ilişkiler, onların yarattığı duygular, hatıralardaki resimler, yaptığı yemeğin hatırımızda bıraktığı lezzet, onu ilk öpenin hatıraları hep bir yerlerde, belki binlerce kişinin beyninde duruyor.

Ve bir anda, bir bilgisayarın hardiski çökmüş ya da formatlanmış gibi bunları yaratan beyin/kalp duruyor. Gönderilmiş emailler, resimler, facebookdaki paylaşımlar gibi sadece başkalarında kalıyor.

Bir ömür boyu an be an kurduğun, dantel gibi işlenen milyarlarca hayat anı, ilişkiler, yarattığın etki basit bir harddisk arızası gibi nasıl oluyor da bir anda, kolayca duruveriyor?

Hayat ve ölümü manalandırmak filozofların işi. Ama nafile, şimdiye kadar bi bok anlayan da anlatabilen de çıkmamış.

Beynimde hergün babamın “dün akşam yeni birşeyler yaptın mı?” diye merakla sorduğunu, annemin “dolma yaptım, uğrayıp ye de öyle git” dediğini duyuyorum. Yarından itibaren de kayınvalidemin “bak bir ihtiyacın varsa söyle, ben arkandayım” dediğini duyacağım.

Muhtemelen 100 sene sonra onlardan birşeyler hatırlayan torunları bile olmayacak.

İşte o zaman gerçekten ölmüş olacaklar.

DÜŞERKEN ELİNİ UZATAN İNSAN NASIL OLUYOR DA KALDIRDIĞI ADAMA TEKME ATIYOR?

Yanınızda biri yere düşerken, düşünmenize bile fırsat olmadan, gayri ihtiyari, hiçbir bilinç olmadan ve kim olduğuna bakmadan ve bilmeden elinizi, sadece doğal bir refleksle uzatıyorsanız, (ki bunu herkes yapar) ve sokak ortında, metroda öpüşen 2 kişi gördüğünüzde yüzünüzde de bir gülümseme oluşabiliyorsa, (malesef bunu herkes yapamıyor) siz yeterince insansınız demektir. Hayat felsefemizi de sadece ve sedece bu iki insan halinin farkında olarak ve önemseyerek oluşturabilsek, ne öldürmeye yönelik teknolojiye prim veririz (silah sanayi en büyük teknolojik ve ekonomik sanayidir) ne de ahlakımızı dini ve geleneksel referanslara dayandırarak (geleneksel ahlak sapık ve birbirinden korkan ve hatta düşman eden cinsler yaratır) formüle ederiz.

İnsanoğlu temel hayat felsefesini ne kadar doğal refleklerine indirebilir ve bu anlayışını da makro felsefesi haline getirebilrse galiba o kadar “insan” olacak.

İyi, adil, dürüst ve ahlaklı olmak için dini, felsefi referanslara, ya da herhangi bir ideoloije, ve sonu “ist/izm” le biten hiçbir şeye, milli, ırksal ayrılıklara, gayri insani ahlak kurallarına ihtiyacımız yok.

Keşke kafamızdaki tüm ideolojilerden, aidiyetlerden kurtulup minimize edebilsek, doğal iyi insani dürtülerimizi de makro düzeyde temel felsefemizin kaynağı haline getirebilsek, yüzbinlerce yıllık zararlı ve bölücü kültürlerden kurtulabilsek.

Yüzbinlerce yıldır konuşan, yazan çizen, bilim, sanat, felsefe üreten bunları da içselleştirerek, “hayvandan” ayrılan farklı mahluklar olmuşuz. Ama başka insanlarla uğraşmayı, sömürmeyi, ezmeyi hatta savaşmayı hala aşamamışız. Daha kaç bin sene beklemek gerekiyor? Ya da hiç boşuna beklemeyelim mi?

Yere düşen adama insani refleksle el uzatıyoruz. O zaman kaldırınca da “bu benim gibi değilmiş” diye tekme de atmayalım.

Marx Veya Marks & Spencer Gezidekiler için Fark Etmiyordu Ama Onlar Evrimin Son Halkası Oldular

evrim

(Sevgili Turgay’ın yazısından esinlenerek)

Bazı ideoloji fanatikleri Marx’ı, Lenin’i okumadan, artık değer v.b nedir bilmeden solcu olunamayacağını, Atatürkçü’lerin bir kısmı Nutuk’u okumadan Atatürkçü, liberaller Adam Smith’i bilmeden liberal, İslamcılar da dua, Kuran okumadan müslüman olunamayacağını söyler. Kendileri okuyup sahiplendikleri ideolojilere ne kadar uyduklarına bakmadan ahkam kesebilirler.

Bu kimlikleri okuyarak elde edemeyiz, içimize sindiremeyiz. Aslolan, bunları okuyarak öğrenmemiş olsak da hissiyatımızın bunlara ne kadar uyduğudur. Hissiyatımız da bir ideolojiye hapsolamayacak kadar özgürdür sonuçta. Hissiyatımız okuyarak edindiğimiz düşüncelerimize uymayı reddebilir. Dolayısı ile biz ideolojilere değil, ideolojiler bize ne kadar uyarsa o kadar solcu, sağcı, , liberal, milliyetçi, müslüman, anarşist, demokrat, kapitalist v.b oluruz.

Bazılarımız biraz ondan biraz bundan alabilir ama herşeyden biraz, ortaya karışık misali olursa da bi bok olamamışız demektir. Negatif bir anlam yüklemedim. Bi bok olamamak bence iyidir. Dışarda demokrat evde faşist, muhabbette solcu fabrikasında kapitalist olanlar var. Az da değiller. Bunlar hissederek değil, okuyarak, idolojiyi, doktrini, felsefeyi ders gibi çalışarak, üzerlerine copy/paste yaparak edinenlerdir.

Sonuç olarak Gezideki çekirdek grup içinde belki Marx’la Marx & Spencer’ı karıştıranlar bile vardı. Ama solcu gibi eşit paylaştılar, demokrat gibi hoşgörülüydüler, anarşist gibi kurallara gerek yok biz böyle güzel idare ederiz dediler. Belki ateisttiler ama namaza duranları korudular. Bizim bildiğimiz anlamda ideolojleri yok gibiydi. Onlara apolitik dediler, herhalde klasik “politik” olma tanımlamalarımıza uymadıkları için, ama sonuçta özlediğimiz “nihayet evrimleşebilmiş” insan gibiydiler.

Darwin’le özdeşleşen evrim kavramında, evrimin iyiye doğru gideceği gibi yanlış bir algılanış vardır.

Halbuki evrim sadece “uygun” olanın hayatta kalacağını önerir. Evrimleşen iyi/kötü, çirkin/güzel olabilir, baze hatalı/kötüler de uygun olup hayatta kalabilir. Dolayısı ile resimdeki gibi, evrimin yanlış halkaları da olabilir.

Ama görünen o ki bir kısım insan türü nihayet “gezi insanı” na evrildiler.

Bir Avuç Genç Bir Çığ Yarattı Herkes Nemalanmaya Çalışıyor

5 Haziran 2013
Bir avuç gencin kıvılcımını çaktığı hareket onlarca grubu, fraksiyonu, başka zamanlarda birbirlerini boğazlayacak kişileri bir araya getirdi. Üstelik sınırları Türkiyeyi bile aştı.

1 Mayıs’ta bile girilememiş bu sembol meydanı bu gencecik ve bazıları bırakın ideolojik olmayı (ki onun ne sakıncası var?) sadece oradaki arkadaşına destek olmak amacıyla bile toplanan gençler savundular, saldırılara direndiler ve o meydanı sadece ve sadece savunarak kazandılar, olmayan bayraklarını meydana diktiler. Diktatör bir iktidarı dize getirdiler, tüm dünyada demokratik protestonun sembolleri, kahramanları oldular.

Şimdi merak ediyorum, bu saf, samimi heyecanlarıyla despot bir güce karşı koyabilen, onu dize getirebilen, ve her yaştan bütün bir milleti sokağa dökebilen, gaz yedikçe hepimizi gaza getiren bu gencecik çocukların hakkı teslim edilecek mi? Yapılacak pazarlıklarda en büyük payın onlarda olduğu, bir milleti silkip kendine getirenlerin onlar olduğu hep bilinecek, hatırlanacak mı?

Yoksa bu aralarında çocuk yaştakilerin bile olduğu gençlerin bize kazandırdığı bu uyanış, başkaldırı sonradan o meydana pankartlarını yamayanlara, partilere, hiç ilgili olmadıkları ideolojilerin temsilcilerine mi mal edilecek?

Her kimle ve ne şekilde bir pazarlık, görüşme yapılacaksa protestocular tarafının lideri işte bu çocuklardan biri olmalıdır. Yoksa onların sırtından nemalanan başka birileri değil.

Hayvanoğlu Hayvan mı İnsanoğlu İnsan mı Küfür sayılır?

Bir insan bir insana “eşşoğlu eşşek” deyince küfür etmiş oluyor.

Bir eşek de diğerine “insanoğlu insan, yürüsene” deyince de küfür oluyor mu?

Aksi gibi görünse de çok daha ağır bir küfür oluyor.

Kötülükler insani özellikler. Çıkar için, güç için yapmayacağımız şey yok. Çalarız, çırparız, öldürürüz, sömürürüz, bizden olmayanı yok ederiz. İnsan olmak yeterince bir fark değilmiş gibi ayrıca türlere ayırırız.

Kısaca tahammül edilmez bir türüz.

Eşekse alt tarafı biraz inatçıdır onun dışında iyi huyludur, çok güzel gözleri vardır, biraz ot falan verirsin hem bizi, hem yükümüzü taşıdıkça taşır. Arada dayak da yer gene ses çıkarmaz, bugün son yarın işe gelmiyorum demez, daha ne yapsın. Eşek olmanın küfür neresinde?

Hele en yakın olduklarımızdan köpeklere falan bakarsanız salaklık derecesinde iyiler. O zaman bir insana “köpoğlu köpek, eşşoğlu eşşek” falan dersek iltifat etmiş olmalıyız.

Hakaret davalarına giren avukatlar bunu bir düşünsünler. Savunmalarını öyle yapsınlar.

Hayvanları küfür olarak kullanmanın bir manası yok. İyi birşeyden küfür olmaz.

Haa bir de “eşek şakası” lafına takılıyorum. Şaka yapan eşek göreniniz var mı? Ee o zaman şakayı insan yapıyorsa fatura niye eşeğe kesiliyor?

 

Aile İçi Şiddet ve Geleneğe Saygı

Bölüm 1

İtalya’da küçük bir kasabada, katolik bir ailenin çocuğu doğar. Adını o günün azizine atfen Stefano koyarlar. Doğumundan kısa bir süre sonra vaftiz edilir ve daha kendini bilemeden pazarları kiliseye götürülüp, ayinler dinlettirilir. Çocuk ailesinden ve kiliseden Baba/Oğul/Kutsal Ruh üçlemesini öğrenir. 10 yaşında kilise korosuna da girebilirse pek memnun olunur.

Muhammed kimdir henüz bilmez. Zaten kilisenin de Muhammed’le arası yoktur.

Çankırı’nın küçük bir kasabasında bir çocuk doğar. Adını Mustafa koyarlar, kulağına ezan okunur. 5 yaşında dua ezberler, 6 yaşında Kuran kursuna gider. Aile pek memnun olur.

İsa’yı bilir, olmamış Muhammed gelmiş der.

İki çocuğun da kafaları karışmaz. Öğretileni bilirler, severler.

Bu çocuk yetiştirme tarzına “medeni” dünyada hoş görüyle, geleneklere göreneklere saygı çerçevesinde bakılır.

Bölüm 2

Almanya’da küçük bir kasabada bir çocuk doğar. Dedesi meşhur Goebbels’dir. Adını dedeye ithafen Joseph koyarlar. 9 yaşında Kavgam’ın resimli romanını okur. Gizlice faşist grupların toplantılarına götürülür. 14 yaşında faşist olur. Aile pek memnun olur.

Fransa’da bir çocuk doğar. Aile komünisttir. Adını Cornelius koyarlar. Ninni olarak Enternasyonel marşını dinler. 13 yaşında Komünist Manifesto’yu ezbere okur. Aile pek memnun olur.

Bu iki çocuğun da kafaları henüz karışmaz.

Ama bu ikinci çocuk yetiştirme tarzına “medeni” dünyada hoş görüyle, geleneklere göreneklere saygı çerçevesinde bakılmaz. Komşular duyarsa şikayet edip çocuğu aileden aldırtabilirler.

Çocuğuna kendi dinini zoraki öğretmek, seçme şansını vermemek neden hoşörü ve saygıyla karşılanıyor da kendi ideolojini öğretmek karşılanmıyor?

Belki büyüyüp dünyayı tanımaya başladıklarında, Italya’daki çocuk müslüman, Çankırı’daki ateist, Almanya’daki demokrat, Fransa’daki kapitalist olacaktı.

Neden geleneğe saygı diye işine gelince kullanılan saçma bir laf var?

O zaman, kadının bile “kocamdır döver, sevdiği için dövüyor” diyerek özetlediği geleneğe neden saygı duyulmuyor da aile içi şiddet sayılıyor?

Bunların hepsi aile içi şiddete girmiyor mu?

Bölüm 3 (Son)

Çocukların hepsi birbirine düşman olur.

Müslüm Baba, Devlet Erkanı, Münir Özkul

Müslüm Baba’ya üzüldüm. Dinlemezdim ama üzüldüm. Özellikle yaşadığı hayatı ve kayıplarını öğrenince ölümünden çok yaşadıklarına üzülüyor insan. Genelde mutsuz bir hayatı olmuş.

Devlet de çok ilgilendi bu ölümle.

Ama bu ilgili devlet erkanının kaç tanesi Müslüm Gürses şarkılarıyla içip sarhoş olup, ağlayıp, kederlenip, hatta kendini jiletlemiştir. Hadi bırakın bir tanesi, bari bir kasedini Cd sini almış mıdır?

Cumhurbaşkanından, başbakana, bakanlara, valisinden, belediye başkanlarına, parti liderlerine kadar neredeyse tüm devlet erkanının bu kadar bütünlük içinde bu işin içinde olmaları ya gene ölenin siyaset için istismar edilmesi demek oluyor ki bu bana haliyle kötü geliyor…

ya da…

hem devlet, hem de halk katında bu kadar itibar gören sanatçılarımız malesef sadece arabesk sanatçıları, diğerlerinin esamesi okunmuyor ki bu bana daha da kötü geliyor…

Keşke dertleri zevk edinmenin milli karakterimizin bir parçası olmadığı günleri görebilseydik.

Müslüm Baba için, eğer ölümden sonra gidilen bir yer varsa, orada artık mutlu olmasını ve neşeli şarkılar yapmasını diliyorum.

Devlet erkanının da, daha önce hastanedeki İbrahim Tatlıses’i ziyaret ettikleri gibi Münir Özkul’u da ziyaret etmelerini diliyorum.

Ne de olsa o da sanatçı sayılır…

Çocuğunu Virtüöz Olsun Diye Yetiştirmek Aile İçi Şiddete Girer Mi?

Virtüözler herhalde 5-6 yaşlarından itibaren falan çalıştırılmaya başlanıyor.

Çocuklarını vitüöz olarak yetiştirmek faşizan bir tutum değil mi? 5 yaşındaki bir çocuğun hayatı ile ilgili bir kariyer hedefi, yaşamak istediği hayatı ile ilgili bir planı olabilir mi? Hangi çocuk bu yaşta ben bundan sonraki 15 sene hergün 5 saat piyano çalacağım der? Bunu belirleme hakkını anne, babaya kim vermiş?

Ayrıca bu hedef her zaman da başarılı olamıyor. O zaman herhalde bu çocuklar çok da mutsuz oluyorlar.

Mesela Türkiye’de Fazıl Say’la aynı dönemlerde başlayıp da virtüz olamayanaların nasıl mutsuz olduklarını düşünebiliyor musunuz? Önlerinde hep Fazıl Say var. Ne şansızlık.

Bizim hiç anlayamayacağımız nüanslar bu çalgıcıları virtüöz yapıyor. Biz lisede konservatuara başlamış bir piyanistle, 5 yaşında başlayanın çaldığı Chopin arasında herhalde hiç bir fark göremiyoruz. Hatta muhtemelen bilgisayarın çaldığı Chopin’i bile ayırt edemeyebiliriz.

Dolayısı ile virtüzöler olmasa da biz gene Chopin’i zevle dinleyebiliriz.

Çok küçük bir azınlığın anlayabileceği farklar üzerinden çocuğu ile gurur duymak için yapılan eziyet bana çok faşist hatta işkenceci bir tutum geliyor.

Nasıl ki 5 yaşındaki çocuğu pazaları kiliseye götürüp muhtemelen ona çok manasız gelen ilahileri dinlemeye mecbur tutmayı insan haklarına aykırı buluyorsam, çocuğunu “5 yaşından başlayarak” virtüöz yetiştirmeyi de aynı şekilde insan haklarına aykırı buluyorum.

Çocuklarımız istediklerini yapsın, başarıp da mutlu olurlarsa biz de bununla mutlu olmaya çalışalım.

Idiocracy Diye Bir Film, Salaklaşma Ve 2500 Yılında Bir Tarih Dersi

Geçen gün arkadaşım Necil Idiocracy diye bir filmden bahsetti. Özeti şöyle. İkibinli yılların başında vasat zekalı bir adam donduruluyor, çeşitli yanlışlıklar yüzünden 1 sene yerine 500 sene sonra 2500 yıllarında uyanıyor. Bir de bakıyor ki akıllılar az çocuk yapıp nüfus olarak kaybolmuşlar, salaklarsa 3-5 üreyip nüfusun tamamını oluşturmuşlar. Amerika başkanı bir pankreas güreşçisi. Suyun bitkilere iyi gelmediğini düşünüp açlık çekiyorlar. Uyanan adam bakıyor ki kendi vasat aklı 500 sene sonra deha sınıfına karşılık geliyor.

Lise yıllarından beri iddia ettiğim bir negatif öngörünün gerçekleşmiş hali gibi.

Eğitimliler bir bir eğitimsizler üç beş ürüyor. Eğitimsiz nüfus bütün dünyada inanılmaz bir geometrik artışla büyüyor. Eğitimsiz demek belki bugün için aptal/salak demek değil ama eğitimsiz bir nüfus sonuçta salakça işler yapıyor, salak bir topluma dönüşüyor.

Daha önce “aya ayak basınca insanlık değil teknoloji ilerliyor, insanlık hep yerinde sayıyor” demiştim. Şimdi onu biraz değiştiriyorum. Yerinde saymıyor hatta geriliyor, salaklaşıyor.

Televizyonun en çok izlenen programları en salak programları değil mi? Karı kocanın birbirini maymuna çevirdiği, bizim ilkokulda bile oynamadığımız salak oyunları oynamıyorlar mı? Bunlar tutulduğu için hemen arkasında benzerleri ekranları kaplamıyor mu? Milyonlarca salak da bunları, mesela bir Fellini filmini seyretmekten, çok daha büyük bir zevkle izlemiyor mu? Hadi Fellini fazla elit/ukala/vb kaçmış olsun. Onu geçelim. Bu milyonlarca “salaklaşmış toplum” bireyi dışişleri bakanının adını bile bilmiyor ama evlilik programındaki Ayşe teyzenin emekli maaşı ve evi olan Ahmet amcayı neden beğenmediği üstüne uzun uzun fikir yürütebiliyor.

Biz çocukken Orhan Boran’ın sunduğu bilgi yarışmaları en zevkle izlenen programlardı. Şimdi karı/kocanın rezil olduğu, yemek yapanların “şefler” tarafından çocuk gibi azarlanıp aşağılandığı, hatta bilgi yarışması diye sunulan, 10 saniyede verilen cevabın üzerine 3 dakika daha “emin misin, son kararın mı?” gibi çıldırtıcı bir gerzeklik sürecinin yaşandığı programlar revaçta.

Idiocracy filmi 500 sene sonrasına projeksiyon yapıyor. Ne gerek var? Bugünkü salaklaşma projeksiyona gerek bırakıyor mu?

Bilimi boşverin azınlık bir grup o işi her halükarda hallediyor. Ama toplumların kültür mirası değimiz edebiyat, sanat, bilgi, tarih, vb. artık sadece salaklıklardan ibaret olmaya başladı.

2500 yılında bir lise tarih dersi hocası şöyle anlatabilir.

Türkler 2000 li yıllarda tarihte ilk defa topuklu kadın ayakkabısı giyen erkeklerin koştuğu yarışmalar düzenleyip halkı topluca eğlendiren, Roma arenalarındakine benzer yarışmalar tertipliyorlardı. Bu güzel eğlence halkı çok mutlu ediyordu. Daha sonra nedeni bilinmeyen bir duraklama ve gerileme devrine girildi…

zırrrrrrrrrrrrrrrr

Çocuklar zil çaldı, çişinizi yapmayı unutmayın, ikinci derste tabiat bilgisi hocanız beynimizin tek lobunun neden çalışmadığını anlatacak.

Marka Yaratmak, Marka Bağımlılığı, Beyin Yıkama

Üniversitelerde ders olarak okutuluyor, seminerler, sempozyumlar, konferanslar yapılıyor, binlerce kitap yazılıyor “marka yaratmak” üstüne.

Daha marka yaratma kavramının konu bile olmadığı zamanlarda marka olmuş ürünler inceleniyor, örnekleniyor bakın işte böyle marka olunur diye.

Çoğunluk da bunun barındığı acayipliğe takılmıyor, marka yaratmanın iyi birşey olduğunu zannediyor. Tamam ekonomistler, sağcısı solcusu buna kapitalist sistemin kuralları/naneleri gözüyle bakıyor ama saf insan mantığıyla bakan biri niye beni kerizlemenin bir yöntemi diye düşünmüyor acaba?

Gilette veya Coca Cola herhalde “hadi markamızı yaratalım” diye uğraşılıp yaratılmamıştı. Birisi çok dahiyane bir üründü diğeri de çok sevilen bir lezzetli şurup. Coca Cola da zaten içine gazı basınca tutulmuştu. İkisi de marka olmuştu, marka yaratma diye bir konu bile yokken. Bizim en meşhur markalarımız Hacıbekir ile Vefa Bozası değil mi? Marka danışmanlarına para mı ödemişlerdi?

Şimdi marka olmak için ne çok yenilikçi bir ürün olmanız gerekiyor ne de en kaliteli ve yararlı. Hatta lezzeti kötü bile olabilir. Çünkü o kötü lezzeti bile size lezzetli gelecek hale getirmek marka yaratmanın konusu içine giriyor. Marka olmanın artık ürünün özelliği ile hiçbir ilgisi yok. Normal, sıradan bir ürünü bile marka haline getirmenin yolları, teknikleri, üniversitede dersi var. Çünkü marka olunca değeri sanal olarak artıyor.

Satışı, kalitesi, faydası ile kendi kendine doğal akışı içinde oluşmuş bir marka olamadan, pazarlama tekniklerinin bir yolu olarak yaratılmış bir marka sanal bir değer değil mi? O zaman sanal bir değeri hem de benzerlerinin 5-10-20 misline satmak için psikolojik beyin yıkama yolları kullanmak niye bir tür ahlaksık hatta suç sayılmıyor da şık bir ders gibi okutuluyor.

Beyaz peyniri 1 e alıp 10 a satan bakkala herkes kızar, hatta vay soyguncu der. Ama aynı kalitedeki t-shirtü 1 e mal edip 20 ye satarsanız, eğer marka iseniz müşterileriniz kendilerini soyulmuş değil itibarları artmış görür. Bakkaldaki aynı peynir de Macro marketten 30 a alındığında kesinlikle 3 misli de lezzeli olur. Bu bir tür beyin yıkamadır ama tek başına odaya kilitlenip, aylarca yanıp sönen ışıklara ve acaip seslere maruz bırakılmadığınız için markayı yaratanlara beyin yıkama gibi bir suç isnat edilmez.

Marka yaratmak ve markaya üründen çok değer/fiyat kazandırmak insan psikolojinin zaafından, başkalarından farklı/üstün olma dürtüsünden faydalanıyor. Niye bu bir tür, marka üstünden “ırkçılık” yaratmak sayılmıyor, kınanmıyor da matah kabul ediliyor?

Dikkat edin çoğu marka kullananlar, bu markalara obsesyon derecesinde bağlanıp marka olmayan ürünleri, hatta biraz daha alt sıradaki markaları bile, aslında ürünü sevseler bile kullanamıyorlar. Yani psikiyatrik açıdan günde 50 kere elini yıkamakla aynı semptom. Marka yaratanların da en başarılıları ise bu obsesyonu azami ölçüde yaratabilenler.

Üniversite derslerine, “marka yaratmanın” yanısıra, “sanal markalaştırmanın toplum ekonomisine ve psikolojisine zararları “ diye bir ilave yapılsa iyi olmaz mı?

Kiminki Daha Büyük?

Algılama sorunu başlığı okuduğumuz anda başlıyor sanki. Aklımıza orta okul yıllarımız, sonraki yıllardan “büyüklük değil, işlev önemli” gibi cümleler geliyorsa algılamamız yanlış yönde yola çıkmış demektir. Ama bu, sıradaki yanlış anlamanın yanında çok masum kalır.

Bugün İzmir’e gidiyorum. Havaalanına giderken dev harflerle yazılmış. “Avrupa’nın En Büyük Adalet Sarayı” yazılarını gördüm. Belli ki çok övünülecek birşey olduğu düşünülmüş dev harflerle yazılmış. Bakmasan bile, görmemen imkansız.

Bunu böyle övünülecek birşey gibi yazdıranın algılama problemi olabilir mi? Olabilir. Veya onda problem yoktur, halkı gerzek bulduğu için “en büyüğü bizde dersek, okuyana iyi gelir, mutlu olurlar” diye düşünmüştür.

Ama çok haklıdır da böyle düşünmekte. Ağaç ormanının ortasına beton ormanı dikmekle övünen, şahane reklamlarla bunu tüm ülkeye gösterebilecek kadar da yüzsüz ve halkı gerzek zanneden başkaları da var.

Adalet sarayının ne büyüğüyle, ne de küçük olup işlevi büyük olanıyla övünmeye gerek yok. Küçük ve işlevsiz olsun daha iyi.

5,000 kişilik konser salonun var da dolduruyorsan iyidir, övünebilirsin. Adalet sarayın da kocaman ve de bütün mahkemeler doluysa övünmek yerine utanmalısın.

Bende bir algılama sorunu mu var?

Doğal Olalım, Doğal Ürünler Yiyelim Ama Abartmayalım

Şimdi doğal olmak moda.

Şeker, pirinç işlenmemiş olsun, aman yediğim içtiğim doğal gübreyle yetişsin, GDO falan tu kaka. İyi de doğal yaşamın başka taraflarını bu arada es geçiyoruz. İşimize nasıl gelirse…Olur mu öyle doğanın burasını, alalım şurasını bırakalım? Doğal olacaksan ya tam ol, ya da oluyormuş gibi yapma.

Şöyle…

Ormandaki ayı ile aslan herhalde bizim en sıkı “doğal yaşam” fanatiğimizden daha doğal yaşıyorlardır, değil mi? Su nehirden, bal kovandan, et de avdan.

Erkek aslan kızıştı mı çiftleşiyor, hem de öyle üçe beşe bakmıyor, bir mevsimde 20-30 dişiyle işi bitiriyor. Buna karşılık dişi ayı da çocuğu garantilesin diye bir günde bir sürü erkekle çiftleşiyormuş. Sosyal olarak bunlarda ne utanma var ne de ormanın kuytusunda evlilik cüzdanı soran. Erkek aslana kimse çapkın, dişi ayıya da orospu demiyor… “doğal” olarak.

Hani doğal olan makbüldü? İnsanlar makine mi oldular şimdi?

Ayrı konu ama, bu çapkın/orospu ikilemesi de insanlar arasında gene riyakarca kullanılıyor. Her ailede kadınların bile hafif bir sırıtışla ve zevkle bahsettiği çapkın bir abisi, eniştesi, dayısı, akrabası vardır. Ama aynı çapkınlığı zevkle bahsedilen dayı değil de koca yaparsa o sırıtış gider yerine tırnaklar çıkar. Erkek de aslında adı mahallenin orospusuna çıkmış kadına kızmış görünür ama sıra bana da gelir mi acaba diye zevkli hayaller de kurabilir.

Kısaca, doğal olanla olmayanı fazla kurcalayınca olmuyor. Madem ki tam doğal olamıyoruz şekeri de beyaz yiyelim, gübre fosfat mıydı, yoksa ineğin sıçtığı mıydı kafayı yormayalım, bir şey olmaz.

Dünyaya Adam Düştü, “Armstrong’un İnsanlık İçin Dev Adım” Lafı ve Savaş

Bilim adamlarına göre ilk memeliler 100 milyon yıl, ilk insanlar da 5-7 milyon yıl önce evrimleşmeye başlamış. Bilinen insanlık tarihi de 50 bin yıl öncesine uzanıyor. Yani en azından birşeyler çiziktirmiş, evler, tapınaklar falan yapmış, iletişim kurmuş, sosyalleşmiş insanın 50 bin senedir nasıl yaşadığını az çok biliyoruz. 5 bin sene evvel de Sümerler bir takım gezegenlerin haritasını çıkartmışlar ki buna da biz şimdi acaip şaşırıyoruz.

14 Ekm 2012 de Felix Baumgartner adında bir adam 39 bin bin metre yükseklikten dünyaya düştü. Kalktı, yürüdü el kol hareketleri yapıp kutladı. Ertesi sabah kahvaltıda “dün bir ara uzaya çıktım, düştüm, çok soğuktu ama insanlık için büyük atlayış oldu” dedi. Gerçekten “insanlık” için kimbilir ne faydaları olmuştur.

Uzaya ilk roket 1942 de atılmış. Sadece 27 sene sonra Neil Armstrong aya gidip çocuklar gibi hoplayıp zıplamış ve “Bu benim için küçük bir adım, ama insanlık için dev bir adım” diyerek boyundan da büyük bir laf etmiş.

Bence bok yemiş. O adımın “insanlığa” ne faydası olmuş? Olsa olsa o adımla Armstrong hayatı boyunca süper hava atmıştır “Ayda ilk defa ben hoplayıp, zıpladım” diye.

Demek istediğim şudur. “İnsanlık” denen şey, öyle ayda yürüsen, Mars’ta amuda kalksan, uzay mekiğinde çocuk yapsan bile dev adımlarla falan ilerlemiyor. Bilim, teknoloji ilerliyor, işin “insanlık” tarafı hep yerinde sayıyor.

5 milyon yıl önce de savaşıyorduk, şimdi de savaşıyoruz. arada mola da vermedik hep savaştık. Silah teknolojisi çok ilerledi daha güzel, temiz, hatta bilgisayar oyunu ya da Amiral Battı oynar gibi kıçımızı bile kaldırmadan vuruyor, düşürüyor öldürüyoruz.

Sadece bilim ilerliyor, “insanlık” 5 milyon yıl evvel neyse o. Öyle dev falan değil ufak bir adım bile ilerleme yok.

Neymiş “İnsanlık için dev adım” mış. Bırak böyle büyük lafları be Neil’cim. Sen 3-5 adım atıp hoplayıp zıpladın, ayda yerçekimi de az olduğundan sadece senin kendi adımların biraz büyük oldu o kadar. Keşke abartmasaydın.