Monthly Archives: July 2013

Marx Veya Marks & Spencer Gezidekiler için Fark Etmiyordu Ama Onlar Evrimin Son Halkası Oldular

evrim

(Sevgili Turgay’ın yazısından esinlenerek)

Bazı ideoloji fanatikleri Marx’ı, Lenin’i okumadan, artık değer v.b nedir bilmeden solcu olunamayacağını, Atatürkçü’lerin bir kısmı Nutuk’u okumadan Atatürkçü, liberaller Adam Smith’i bilmeden liberal, İslamcılar da dua, Kuran okumadan müslüman olunamayacağını söyler. Kendileri okuyup sahiplendikleri ideolojilere ne kadar uyduklarına bakmadan ahkam kesebilirler.

Bu kimlikleri okuyarak elde edemeyiz, içimize sindiremeyiz. Aslolan, bunları okuyarak öğrenmemiş olsak da hissiyatımızın bunlara ne kadar uyduğudur. Hissiyatımız da bir ideolojiye hapsolamayacak kadar özgürdür sonuçta. Hissiyatımız okuyarak edindiğimiz düşüncelerimize uymayı reddebilir. Dolayısı ile biz ideolojilere değil, ideolojiler bize ne kadar uyarsa o kadar solcu, sağcı, , liberal, milliyetçi, müslüman, anarşist, demokrat, kapitalist v.b oluruz.

Bazılarımız biraz ondan biraz bundan alabilir ama herşeyden biraz, ortaya karışık misali olursa da bi bok olamamışız demektir. Negatif bir anlam yüklemedim. Bi bok olamamak bence iyidir. Dışarda demokrat evde faşist, muhabbette solcu fabrikasında kapitalist olanlar var. Az da değiller. Bunlar hissederek değil, okuyarak, idolojiyi, doktrini, felsefeyi ders gibi çalışarak, üzerlerine copy/paste yaparak edinenlerdir.

Sonuç olarak Gezideki çekirdek grup içinde belki Marx’la Marx & Spencer’ı karıştıranlar bile vardı. Ama solcu gibi eşit paylaştılar, demokrat gibi hoşgörülüydüler, anarşist gibi kurallara gerek yok biz böyle güzel idare ederiz dediler. Belki ateisttiler ama namaza duranları korudular. Bizim bildiğimiz anlamda ideolojleri yok gibiydi. Onlara apolitik dediler, herhalde klasik “politik” olma tanımlamalarımıza uymadıkları için, ama sonuçta özlediğimiz “nihayet evrimleşebilmiş” insan gibiydiler.

Darwin’le özdeşleşen evrim kavramında, evrimin iyiye doğru gideceği gibi yanlış bir algılanış vardır.

Halbuki evrim sadece “uygun” olanın hayatta kalacağını önerir. Evrimleşen iyi/kötü, çirkin/güzel olabilir, baze hatalı/kötüler de uygun olup hayatta kalabilir. Dolayısı ile resimdeki gibi, evrimin yanlış halkaları da olabilir.

Ama görünen o ki bir kısım insan türü nihayet “gezi insanı” na evrildiler.

Bir Avuç Genç Bir Çığ Yarattı Herkes Nemalanmaya Çalışıyor

5 Haziran 2013
Bir avuç gencin kıvılcımını çaktığı hareket onlarca grubu, fraksiyonu, başka zamanlarda birbirlerini boğazlayacak kişileri bir araya getirdi. Üstelik sınırları Türkiyeyi bile aştı.

1 Mayıs’ta bile girilememiş bu sembol meydanı bu gencecik ve bazıları bırakın ideolojik olmayı (ki onun ne sakıncası var?) sadece oradaki arkadaşına destek olmak amacıyla bile toplanan gençler savundular, saldırılara direndiler ve o meydanı sadece ve sadece savunarak kazandılar, olmayan bayraklarını meydana diktiler. Diktatör bir iktidarı dize getirdiler, tüm dünyada demokratik protestonun sembolleri, kahramanları oldular.

Şimdi merak ediyorum, bu saf, samimi heyecanlarıyla despot bir güce karşı koyabilen, onu dize getirebilen, ve her yaştan bütün bir milleti sokağa dökebilen, gaz yedikçe hepimizi gaza getiren bu gencecik çocukların hakkı teslim edilecek mi? Yapılacak pazarlıklarda en büyük payın onlarda olduğu, bir milleti silkip kendine getirenlerin onlar olduğu hep bilinecek, hatırlanacak mı?

Yoksa bu aralarında çocuk yaştakilerin bile olduğu gençlerin bize kazandırdığı bu uyanış, başkaldırı sonradan o meydana pankartlarını yamayanlara, partilere, hiç ilgili olmadıkları ideolojilerin temsilcilerine mi mal edilecek?

Her kimle ve ne şekilde bir pazarlık, görüşme yapılacaksa protestocular tarafının lideri işte bu çocuklardan biri olmalıdır. Yoksa onların sırtından nemalanan başka birileri değil.

Hayvanoğlu Hayvan mı İnsanoğlu İnsan mı Küfür sayılır?

Bir insan bir insana “eşşoğlu eşşek” deyince küfür etmiş oluyor.

Bir eşek de diğerine “insanoğlu insan, yürüsene” deyince de küfür oluyor mu?

Aksi gibi görünse de çok daha ağır bir küfür oluyor.

Kötülükler insani özellikler. Çıkar için, güç için yapmayacağımız şey yok. Çalarız, çırparız, öldürürüz, sömürürüz, bizden olmayanı yok ederiz. İnsan olmak yeterince bir fark değilmiş gibi ayrıca türlere ayırırız.

Kısaca tahammül edilmez bir türüz.

Eşekse alt tarafı biraz inatçıdır onun dışında iyi huyludur, çok güzel gözleri vardır, biraz ot falan verirsin hem bizi, hem yükümüzü taşıdıkça taşır. Arada dayak da yer gene ses çıkarmaz, bugün son yarın işe gelmiyorum demez, daha ne yapsın. Eşek olmanın küfür neresinde?

Hele en yakın olduklarımızdan köpeklere falan bakarsanız salaklık derecesinde iyiler. O zaman bir insana “köpoğlu köpek, eşşoğlu eşşek” falan dersek iltifat etmiş olmalıyız.

Hakaret davalarına giren avukatlar bunu bir düşünsünler. Savunmalarını öyle yapsınlar.

Hayvanları küfür olarak kullanmanın bir manası yok. İyi birşeyden küfür olmaz.

Haa bir de “eşek şakası” lafına takılıyorum. Şaka yapan eşek göreniniz var mı? Ee o zaman şakayı insan yapıyorsa fatura niye eşeğe kesiliyor?

 

Aile İçi Şiddet ve Geleneğe Saygı

Bölüm 1

İtalya’da küçük bir kasabada, katolik bir ailenin çocuğu doğar. Adını o günün azizine atfen Stefano koyarlar. Doğumundan kısa bir süre sonra vaftiz edilir ve daha kendini bilemeden pazarları kiliseye götürülüp, ayinler dinlettirilir. Çocuk ailesinden ve kiliseden Baba/Oğul/Kutsal Ruh üçlemesini öğrenir. 10 yaşında kilise korosuna da girebilirse pek memnun olunur.

Muhammed kimdir henüz bilmez. Zaten kilisenin de Muhammed’le arası yoktur.

Çankırı’nın küçük bir kasabasında bir çocuk doğar. Adını Mustafa koyarlar, kulağına ezan okunur. 5 yaşında dua ezberler, 6 yaşında Kuran kursuna gider. Aile pek memnun olur.

İsa’yı bilir, olmamış Muhammed gelmiş der.

İki çocuğun da kafaları karışmaz. Öğretileni bilirler, severler.

Bu çocuk yetiştirme tarzına “medeni” dünyada hoş görüyle, geleneklere göreneklere saygı çerçevesinde bakılır.

Bölüm 2

Almanya’da küçük bir kasabada bir çocuk doğar. Dedesi meşhur Goebbels’dir. Adını dedeye ithafen Joseph koyarlar. 9 yaşında Kavgam’ın resimli romanını okur. Gizlice faşist grupların toplantılarına götürülür. 14 yaşında faşist olur. Aile pek memnun olur.

Fransa’da bir çocuk doğar. Aile komünisttir. Adını Cornelius koyarlar. Ninni olarak Enternasyonel marşını dinler. 13 yaşında Komünist Manifesto’yu ezbere okur. Aile pek memnun olur.

Bu iki çocuğun da kafaları henüz karışmaz.

Ama bu ikinci çocuk yetiştirme tarzına “medeni” dünyada hoş görüyle, geleneklere göreneklere saygı çerçevesinde bakılmaz. Komşular duyarsa şikayet edip çocuğu aileden aldırtabilirler.

Çocuğuna kendi dinini zoraki öğretmek, seçme şansını vermemek neden hoşörü ve saygıyla karşılanıyor da kendi ideolojini öğretmek karşılanmıyor?

Belki büyüyüp dünyayı tanımaya başladıklarında, Italya’daki çocuk müslüman, Çankırı’daki ateist, Almanya’daki demokrat, Fransa’daki kapitalist olacaktı.

Neden geleneğe saygı diye işine gelince kullanılan saçma bir laf var?

O zaman, kadının bile “kocamdır döver, sevdiği için dövüyor” diyerek özetlediği geleneğe neden saygı duyulmuyor da aile içi şiddet sayılıyor?

Bunların hepsi aile içi şiddete girmiyor mu?

Bölüm 3 (Son)

Çocukların hepsi birbirine düşman olur.

Müslüm Baba, Devlet Erkanı, Münir Özkul

Müslüm Baba’ya üzüldüm. Dinlemezdim ama üzüldüm. Özellikle yaşadığı hayatı ve kayıplarını öğrenince ölümünden çok yaşadıklarına üzülüyor insan. Genelde mutsuz bir hayatı olmuş.

Devlet de çok ilgilendi bu ölümle.

Ama bu ilgili devlet erkanının kaç tanesi Müslüm Gürses şarkılarıyla içip sarhoş olup, ağlayıp, kederlenip, hatta kendini jiletlemiştir. Hadi bırakın bir tanesi, bari bir kasedini Cd sini almış mıdır?

Cumhurbaşkanından, başbakana, bakanlara, valisinden, belediye başkanlarına, parti liderlerine kadar neredeyse tüm devlet erkanının bu kadar bütünlük içinde bu işin içinde olmaları ya gene ölenin siyaset için istismar edilmesi demek oluyor ki bu bana haliyle kötü geliyor…

ya da…

hem devlet, hem de halk katında bu kadar itibar gören sanatçılarımız malesef sadece arabesk sanatçıları, diğerlerinin esamesi okunmuyor ki bu bana daha da kötü geliyor…

Keşke dertleri zevk edinmenin milli karakterimizin bir parçası olmadığı günleri görebilseydik.

Müslüm Baba için, eğer ölümden sonra gidilen bir yer varsa, orada artık mutlu olmasını ve neşeli şarkılar yapmasını diliyorum.

Devlet erkanının da, daha önce hastanedeki İbrahim Tatlıses’i ziyaret ettikleri gibi Münir Özkul’u da ziyaret etmelerini diliyorum.

Ne de olsa o da sanatçı sayılır…

Çocuğunu Virtüöz Olsun Diye Yetiştirmek Aile İçi Şiddete Girer Mi?

Virtüözler herhalde 5-6 yaşlarından itibaren falan çalıştırılmaya başlanıyor.

Çocuklarını vitüöz olarak yetiştirmek faşizan bir tutum değil mi? 5 yaşındaki bir çocuğun hayatı ile ilgili bir kariyer hedefi, yaşamak istediği hayatı ile ilgili bir planı olabilir mi? Hangi çocuk bu yaşta ben bundan sonraki 15 sene hergün 5 saat piyano çalacağım der? Bunu belirleme hakkını anne, babaya kim vermiş?

Ayrıca bu hedef her zaman da başarılı olamıyor. O zaman herhalde bu çocuklar çok da mutsuz oluyorlar.

Mesela Türkiye’de Fazıl Say’la aynı dönemlerde başlayıp da virtüz olamayanaların nasıl mutsuz olduklarını düşünebiliyor musunuz? Önlerinde hep Fazıl Say var. Ne şansızlık.

Bizim hiç anlayamayacağımız nüanslar bu çalgıcıları virtüöz yapıyor. Biz lisede konservatuara başlamış bir piyanistle, 5 yaşında başlayanın çaldığı Chopin arasında herhalde hiç bir fark göremiyoruz. Hatta muhtemelen bilgisayarın çaldığı Chopin’i bile ayırt edemeyebiliriz.

Dolayısı ile virtüzöler olmasa da biz gene Chopin’i zevle dinleyebiliriz.

Çok küçük bir azınlığın anlayabileceği farklar üzerinden çocuğu ile gurur duymak için yapılan eziyet bana çok faşist hatta işkenceci bir tutum geliyor.

Nasıl ki 5 yaşındaki çocuğu pazaları kiliseye götürüp muhtemelen ona çok manasız gelen ilahileri dinlemeye mecbur tutmayı insan haklarına aykırı buluyorsam, çocuğunu “5 yaşından başlayarak” virtüöz yetiştirmeyi de aynı şekilde insan haklarına aykırı buluyorum.

Çocuklarımız istediklerini yapsın, başarıp da mutlu olurlarsa biz de bununla mutlu olmaya çalışalım.

Idiocracy Diye Bir Film, Salaklaşma Ve 2500 Yılında Bir Tarih Dersi

Geçen gün arkadaşım Necil Idiocracy diye bir filmden bahsetti. Özeti şöyle. İkibinli yılların başında vasat zekalı bir adam donduruluyor, çeşitli yanlışlıklar yüzünden 1 sene yerine 500 sene sonra 2500 yıllarında uyanıyor. Bir de bakıyor ki akıllılar az çocuk yapıp nüfus olarak kaybolmuşlar, salaklarsa 3-5 üreyip nüfusun tamamını oluşturmuşlar. Amerika başkanı bir pankreas güreşçisi. Suyun bitkilere iyi gelmediğini düşünüp açlık çekiyorlar. Uyanan adam bakıyor ki kendi vasat aklı 500 sene sonra deha sınıfına karşılık geliyor.

Lise yıllarından beri iddia ettiğim bir negatif öngörünün gerçekleşmiş hali gibi.

Eğitimliler bir bir eğitimsizler üç beş ürüyor. Eğitimsiz nüfus bütün dünyada inanılmaz bir geometrik artışla büyüyor. Eğitimsiz demek belki bugün için aptal/salak demek değil ama eğitimsiz bir nüfus sonuçta salakça işler yapıyor, salak bir topluma dönüşüyor.

Daha önce “aya ayak basınca insanlık değil teknoloji ilerliyor, insanlık hep yerinde sayıyor” demiştim. Şimdi onu biraz değiştiriyorum. Yerinde saymıyor hatta geriliyor, salaklaşıyor.

Televizyonun en çok izlenen programları en salak programları değil mi? Karı kocanın birbirini maymuna çevirdiği, bizim ilkokulda bile oynamadığımız salak oyunları oynamıyorlar mı? Bunlar tutulduğu için hemen arkasında benzerleri ekranları kaplamıyor mu? Milyonlarca salak da bunları, mesela bir Fellini filmini seyretmekten, çok daha büyük bir zevkle izlemiyor mu? Hadi Fellini fazla elit/ukala/vb kaçmış olsun. Onu geçelim. Bu milyonlarca “salaklaşmış toplum” bireyi dışişleri bakanının adını bile bilmiyor ama evlilik programındaki Ayşe teyzenin emekli maaşı ve evi olan Ahmet amcayı neden beğenmediği üstüne uzun uzun fikir yürütebiliyor.

Biz çocukken Orhan Boran’ın sunduğu bilgi yarışmaları en zevkle izlenen programlardı. Şimdi karı/kocanın rezil olduğu, yemek yapanların “şefler” tarafından çocuk gibi azarlanıp aşağılandığı, hatta bilgi yarışması diye sunulan, 10 saniyede verilen cevabın üzerine 3 dakika daha “emin misin, son kararın mı?” gibi çıldırtıcı bir gerzeklik sürecinin yaşandığı programlar revaçta.

Idiocracy filmi 500 sene sonrasına projeksiyon yapıyor. Ne gerek var? Bugünkü salaklaşma projeksiyona gerek bırakıyor mu?

Bilimi boşverin azınlık bir grup o işi her halükarda hallediyor. Ama toplumların kültür mirası değimiz edebiyat, sanat, bilgi, tarih, vb. artık sadece salaklıklardan ibaret olmaya başladı.

2500 yılında bir lise tarih dersi hocası şöyle anlatabilir.

Türkler 2000 li yıllarda tarihte ilk defa topuklu kadın ayakkabısı giyen erkeklerin koştuğu yarışmalar düzenleyip halkı topluca eğlendiren, Roma arenalarındakine benzer yarışmalar tertipliyorlardı. Bu güzel eğlence halkı çok mutlu ediyordu. Daha sonra nedeni bilinmeyen bir duraklama ve gerileme devrine girildi…

zırrrrrrrrrrrrrrrr

Çocuklar zil çaldı, çişinizi yapmayı unutmayın, ikinci derste tabiat bilgisi hocanız beynimizin tek lobunun neden çalışmadığını anlatacak.

Marka Yaratmak, Marka Bağımlılığı, Beyin Yıkama

Üniversitelerde ders olarak okutuluyor, seminerler, sempozyumlar, konferanslar yapılıyor, binlerce kitap yazılıyor “marka yaratmak” üstüne.

Daha marka yaratma kavramının konu bile olmadığı zamanlarda marka olmuş ürünler inceleniyor, örnekleniyor bakın işte böyle marka olunur diye.

Çoğunluk da bunun barındığı acayipliğe takılmıyor, marka yaratmanın iyi birşey olduğunu zannediyor. Tamam ekonomistler, sağcısı solcusu buna kapitalist sistemin kuralları/naneleri gözüyle bakıyor ama saf insan mantığıyla bakan biri niye beni kerizlemenin bir yöntemi diye düşünmüyor acaba?

Gilette veya Coca Cola herhalde “hadi markamızı yaratalım” diye uğraşılıp yaratılmamıştı. Birisi çok dahiyane bir üründü diğeri de çok sevilen bir lezzetli şurup. Coca Cola da zaten içine gazı basınca tutulmuştu. İkisi de marka olmuştu, marka yaratma diye bir konu bile yokken. Bizim en meşhur markalarımız Hacıbekir ile Vefa Bozası değil mi? Marka danışmanlarına para mı ödemişlerdi?

Şimdi marka olmak için ne çok yenilikçi bir ürün olmanız gerekiyor ne de en kaliteli ve yararlı. Hatta lezzeti kötü bile olabilir. Çünkü o kötü lezzeti bile size lezzetli gelecek hale getirmek marka yaratmanın konusu içine giriyor. Marka olmanın artık ürünün özelliği ile hiçbir ilgisi yok. Normal, sıradan bir ürünü bile marka haline getirmenin yolları, teknikleri, üniversitede dersi var. Çünkü marka olunca değeri sanal olarak artıyor.

Satışı, kalitesi, faydası ile kendi kendine doğal akışı içinde oluşmuş bir marka olamadan, pazarlama tekniklerinin bir yolu olarak yaratılmış bir marka sanal bir değer değil mi? O zaman sanal bir değeri hem de benzerlerinin 5-10-20 misline satmak için psikolojik beyin yıkama yolları kullanmak niye bir tür ahlaksık hatta suç sayılmıyor da şık bir ders gibi okutuluyor.

Beyaz peyniri 1 e alıp 10 a satan bakkala herkes kızar, hatta vay soyguncu der. Ama aynı kalitedeki t-shirtü 1 e mal edip 20 ye satarsanız, eğer marka iseniz müşterileriniz kendilerini soyulmuş değil itibarları artmış görür. Bakkaldaki aynı peynir de Macro marketten 30 a alındığında kesinlikle 3 misli de lezzeli olur. Bu bir tür beyin yıkamadır ama tek başına odaya kilitlenip, aylarca yanıp sönen ışıklara ve acaip seslere maruz bırakılmadığınız için markayı yaratanlara beyin yıkama gibi bir suç isnat edilmez.

Marka yaratmak ve markaya üründen çok değer/fiyat kazandırmak insan psikolojinin zaafından, başkalarından farklı/üstün olma dürtüsünden faydalanıyor. Niye bu bir tür, marka üstünden “ırkçılık” yaratmak sayılmıyor, kınanmıyor da matah kabul ediliyor?

Dikkat edin çoğu marka kullananlar, bu markalara obsesyon derecesinde bağlanıp marka olmayan ürünleri, hatta biraz daha alt sıradaki markaları bile, aslında ürünü sevseler bile kullanamıyorlar. Yani psikiyatrik açıdan günde 50 kere elini yıkamakla aynı semptom. Marka yaratanların da en başarılıları ise bu obsesyonu azami ölçüde yaratabilenler.

Üniversite derslerine, “marka yaratmanın” yanısıra, “sanal markalaştırmanın toplum ekonomisine ve psikolojisine zararları “ diye bir ilave yapılsa iyi olmaz mı?

Kiminki Daha Büyük?

Algılama sorunu başlığı okuduğumuz anda başlıyor sanki. Aklımıza orta okul yıllarımız, sonraki yıllardan “büyüklük değil, işlev önemli” gibi cümleler geliyorsa algılamamız yanlış yönde yola çıkmış demektir. Ama bu, sıradaki yanlış anlamanın yanında çok masum kalır.

Bugün İzmir’e gidiyorum. Havaalanına giderken dev harflerle yazılmış. “Avrupa’nın En Büyük Adalet Sarayı” yazılarını gördüm. Belli ki çok övünülecek birşey olduğu düşünülmüş dev harflerle yazılmış. Bakmasan bile, görmemen imkansız.

Bunu böyle övünülecek birşey gibi yazdıranın algılama problemi olabilir mi? Olabilir. Veya onda problem yoktur, halkı gerzek bulduğu için “en büyüğü bizde dersek, okuyana iyi gelir, mutlu olurlar” diye düşünmüştür.

Ama çok haklıdır da böyle düşünmekte. Ağaç ormanının ortasına beton ormanı dikmekle övünen, şahane reklamlarla bunu tüm ülkeye gösterebilecek kadar da yüzsüz ve halkı gerzek zanneden başkaları da var.

Adalet sarayının ne büyüğüyle, ne de küçük olup işlevi büyük olanıyla övünmeye gerek yok. Küçük ve işlevsiz olsun daha iyi.

5,000 kişilik konser salonun var da dolduruyorsan iyidir, övünebilirsin. Adalet sarayın da kocaman ve de bütün mahkemeler doluysa övünmek yerine utanmalısın.

Bende bir algılama sorunu mu var?

Doğal Olalım, Doğal Ürünler Yiyelim Ama Abartmayalım

Şimdi doğal olmak moda.

Şeker, pirinç işlenmemiş olsun, aman yediğim içtiğim doğal gübreyle yetişsin, GDO falan tu kaka. İyi de doğal yaşamın başka taraflarını bu arada es geçiyoruz. İşimize nasıl gelirse…Olur mu öyle doğanın burasını, alalım şurasını bırakalım? Doğal olacaksan ya tam ol, ya da oluyormuş gibi yapma.

Şöyle…

Ormandaki ayı ile aslan herhalde bizim en sıkı “doğal yaşam” fanatiğimizden daha doğal yaşıyorlardır, değil mi? Su nehirden, bal kovandan, et de avdan.

Erkek aslan kızıştı mı çiftleşiyor, hem de öyle üçe beşe bakmıyor, bir mevsimde 20-30 dişiyle işi bitiriyor. Buna karşılık dişi ayı da çocuğu garantilesin diye bir günde bir sürü erkekle çiftleşiyormuş. Sosyal olarak bunlarda ne utanma var ne de ormanın kuytusunda evlilik cüzdanı soran. Erkek aslana kimse çapkın, dişi ayıya da orospu demiyor… “doğal” olarak.

Hani doğal olan makbüldü? İnsanlar makine mi oldular şimdi?

Ayrı konu ama, bu çapkın/orospu ikilemesi de insanlar arasında gene riyakarca kullanılıyor. Her ailede kadınların bile hafif bir sırıtışla ve zevkle bahsettiği çapkın bir abisi, eniştesi, dayısı, akrabası vardır. Ama aynı çapkınlığı zevkle bahsedilen dayı değil de koca yaparsa o sırıtış gider yerine tırnaklar çıkar. Erkek de aslında adı mahallenin orospusuna çıkmış kadına kızmış görünür ama sıra bana da gelir mi acaba diye zevkli hayaller de kurabilir.

Kısaca, doğal olanla olmayanı fazla kurcalayınca olmuyor. Madem ki tam doğal olamıyoruz şekeri de beyaz yiyelim, gübre fosfat mıydı, yoksa ineğin sıçtığı mıydı kafayı yormayalım, bir şey olmaz.

Dünyaya Adam Düştü, “Armstrong’un İnsanlık İçin Dev Adım” Lafı ve Savaş

Bilim adamlarına göre ilk memeliler 100 milyon yıl, ilk insanlar da 5-7 milyon yıl önce evrimleşmeye başlamış. Bilinen insanlık tarihi de 50 bin yıl öncesine uzanıyor. Yani en azından birşeyler çiziktirmiş, evler, tapınaklar falan yapmış, iletişim kurmuş, sosyalleşmiş insanın 50 bin senedir nasıl yaşadığını az çok biliyoruz. 5 bin sene evvel de Sümerler bir takım gezegenlerin haritasını çıkartmışlar ki buna da biz şimdi acaip şaşırıyoruz.

14 Ekm 2012 de Felix Baumgartner adında bir adam 39 bin bin metre yükseklikten dünyaya düştü. Kalktı, yürüdü el kol hareketleri yapıp kutladı. Ertesi sabah kahvaltıda “dün bir ara uzaya çıktım, düştüm, çok soğuktu ama insanlık için büyük atlayış oldu” dedi. Gerçekten “insanlık” için kimbilir ne faydaları olmuştur.

Uzaya ilk roket 1942 de atılmış. Sadece 27 sene sonra Neil Armstrong aya gidip çocuklar gibi hoplayıp zıplamış ve “Bu benim için küçük bir adım, ama insanlık için dev bir adım” diyerek boyundan da büyük bir laf etmiş.

Bence bok yemiş. O adımın “insanlığa” ne faydası olmuş? Olsa olsa o adımla Armstrong hayatı boyunca süper hava atmıştır “Ayda ilk defa ben hoplayıp, zıpladım” diye.

Demek istediğim şudur. “İnsanlık” denen şey, öyle ayda yürüsen, Mars’ta amuda kalksan, uzay mekiğinde çocuk yapsan bile dev adımlarla falan ilerlemiyor. Bilim, teknoloji ilerliyor, işin “insanlık” tarafı hep yerinde sayıyor.

5 milyon yıl önce de savaşıyorduk, şimdi de savaşıyoruz. arada mola da vermedik hep savaştık. Silah teknolojisi çok ilerledi daha güzel, temiz, hatta bilgisayar oyunu ya da Amiral Battı oynar gibi kıçımızı bile kaldırmadan vuruyor, düşürüyor öldürüyoruz.

Sadece bilim ilerliyor, “insanlık” 5 milyon yıl evvel neyse o. Öyle dev falan değil ufak bir adım bile ilerleme yok.

Neymiş “İnsanlık için dev adım” mış. Bırak böyle büyük lafları be Neil’cim. Sen 3-5 adım atıp hoplayıp zıpladın, ayda yerçekimi de az olduğundan sadece senin kendi adımların biraz büyük oldu o kadar. Keşke abartmasaydın.

Namuslu Kadın ve Namuslu Erkek Ne Demek?

Acaba dünyanın hangi coğrafya ve dillerinde “namus, namuslu” kelimesi kadınlar için başka erkekler için tamamen başka anlamlara geliyor?

Mesela “namuslu adam” denice kimsenin aklına adamın hala bakir, eline kadın eli değmemiş olabileceği gelmiyor. Ama “namuslu kadın” denince de kimsenin aklına o kadının üçkağıtçı, dolandırıcı falan olabileceği gelmiyor. Bakireyse, onunla bununla yatıp kalkmıyorsa, dolandırıcı da olsa “namusu” sağlam demektir. Yani kadının namusu ile erkeğin namusu çoook farklı şeyler.

Ahlak kelimesi de ha keza aynı şekilde kullanılıyor. Ahlaksız kadın başka şey, ahlaksız erkek başka şey. Bu ayrım bana çok ahlaksızca ve namussuzca geliyor. Size gelmiyor mu?